26 Aralık 2011 Pazartesi

Sinek Isırıklarının Müellifi

Dün cardamom'un evinde toplandık. Laodikea dışında cazu ekibi tamamdı. Laodikea, sonraki toplantıya mutlaka gel gel gel! (Tezahürat yapıyorum bak:) Limonlu haşhaşlı kek, renk renk makaronlar, sarmalar, poğaçalar ve çay çok güzeldi. (Gruba katılmaktaki asıl motivasyonumu çaktırmamaya çalışıyorum.)

Sinek Isırıklarının Müellifi'ni tartıştık. Sait Faik'in Sinarit Baba hikayesini andık. Epey hararetli bir tartışma çıktı. Kitabın baş karakteri Cemil'i iyi bir salladık. Ben Barış Bıçakçı'nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz kitabını da okudum. Kelimelerini, kelimelerle ördüğü dünyayı sevdim. O iç sıkıntısını  hissettim. Ancak iki kitabı arka arkaya okuyunca o kelimelerden dünya -iki kitapta da benzer temalar vardı- ve eviçi bir mutlulukla yetinme hali, o toplukonut keşişliği bende isyana yol açtı.

Ben evde ruhsal söküklerle uğraşan, bir şeyleri tamamlamaya çalışan Cemil'in kibrini bırakıp biraz hayata karışması ve yeşillikleri düzgün ayıklaması gerektiği düşüncesindeydim. Yeşillikler önemli! Zumaya onu yutmaya hazır hayatın kıyısında olma isteğinden bahsetti. Cardamom'a kalsa onu inşaat şirketine geri yollayacaktı:)

Aynı hata yapmaktan korkma tavrı yazarda da buldum. Sanki biz okurlara karşı da sürekli açıklarını kapatır gibi bir hali vardı. Aforizmaları sıralayıp bunun farkında olduğunu söylemesi, Nazlı'ya ilk zamanlarda yazdığı mektuplardaki duygusal ifadelere aynı zamanda üstten o "entelektüel adam" bakışı.
Kitabın sonundaki sevdiğim şeyler listesi ise (entelektüel bir taraftar toplama arzusuna mı yenik düştü acaba? imza: kötü niyetli okur.) bana kalırsa sadece kelimelerden oluşan bir liste, içine biraz hayat üflenmesi gereken bir liste. (Ne bileyim hayatın şenlik olduğunu düşündürten bir listede nasıl çiçeklenmiş bir kiraz ağacı olmaz mesela????) Cemil'in sorunu bu sanki, kelimeler onun için bir morfin, kelimelerle uyuşturmuş kendini.

Neyse, ben sadece bir not düşmek istemiştim ama yine çenemi tutamadım sanırım:)

11 Aralık 2011 Pazar

http://womenreading.tumblr.com/ adlı siteden
Bakın ne buldum!

10 Aralık 2011 Cumartesi

Her Dağın Gölgesi Deniz'e Düşer

Bu ayki kitaplarımızın ikisi ile de ilgili yanlış anlamalarım olmuş. Bu kitabı daha önce duymuştum, fakat başlığın nasıl yazıldığını hiç görmemiştim. Deniz'in deniz olduğunu zannediyordum; meğer Deniz, bizim Deniz'miş, mare nostrum'muş.

Bu kitabı henüz bitiremedim, ödev tarihini kaçırınca bir gevşeme oldu, araya da başka bir kitap girdi. Ama okuduğum kadarı ile çok sevdim. Bu kitaptaki üslup bana çok sevdiğim başka bir kitabı, Sevgili Arsız Ölüm'ü hatırlattı. Masalsı bir atmosfer yaratmış Evrim Alataş, mizaha da başvurmuş. Ama olayları ve insanları asla hafife almamış.

Daha önce başka anlatılardan bildiğimiz olayların bilmediğimiz yönlerini böyle bambaşka bir gözden öğrenmek çok güzeldi. Ben de mandalina'ya katılıyorum, keşke bu kadar erken gitmeseymiş ve daha yazabilseymiş Evrim Alataş...

Frankenstein

Frankenstein popüler kültürde çok yeri olan, bilinen bir hikaye. İlginçtir ki çoğumuz hikayenin aslını bilmiyormuşuz. Benim tek bildiğim o korkunç, koca kafalı, koca dişli, koca gövdeli yaratık görüntüsüydü. Frankenstein'i o yaratığın adı zannediyordum üstelik. Çoğumuzun da durumu aynıymış, şaşırdık, güldük bu duruma. Frankenstein filmini izlemiş olan Zumaya ise pek çok edebiyat eseri uyarlamasında olduğu gibi bu seferde de filmin romanın hakkını veremediğini söyledi. Yani, hepimiz için sürprizlerle dolu bir okuma oldu bu.

Ben "saf" bir okuyucu gözüyle Frankenstein'a kızdım durdum kitabı okurken. Kendi yaratığını öyle yüzüstü bırakmasına, ihtiraslı çalışma süresi boyunca yemeden içmeden, ve düşünmeden bu yaratığı var ederken son anda onu görünce böyle ödünün kopmasına ve gözü görmediği sürece onu unutuvermesine şaşırdım kaldım. Buluşmamızda Mary Shelly'nin kitabı yazarken lohusalık döneminde olduğunu konuştuk. Yani annelik ve evladını kabul edememe durumları da konuşulabilir bu hikaye üzerinden. Şimdi düşünüyorum da psikanalitik bir okuma da yapılabilir, belki de anneden sevgi göremeyen çocuktur bu iblis.

Kadınların hali ise gerçekten içler acısıydı romanda. Kadınların hiçbiri kendilerinden beklenenin tersi hiçbir harekette bulunmadı, hareketi geçelim, düşünmediler bile. Ah, ne kadar sinir bozucu bir yumuşakbaşlılık vardı hikayedeki kadınların hepsinde, şimdi hatırlayınca yine kızdım! Tabii, o dönemin koşullarını unutmamak lazım.

Sonuç olarak, üzerinde konuşacak, düşünecek çok şey olan bir kitaptı bu, iyi ki okumuşuz diyorum.

5 Aralık 2011 Pazartesi

Her Dağın Gölgesi Deniz'e Düşer

Kitap, aslında bir anlatı. Gerçek kişiler üzerinden kıyıcı bir döneme tanıklık ediyor. Evrim Alataş bir hayli iç burkan olayları serinkanlı bir üslupla anlatıyor, yer yer köy hayatının türlü halleriyle insanı gülümsetiyor. Yani “hayat devam ediyor.” Köye elektriğin geldiğinde düğmelerin açıp açıp kapatılarak (o da sadece babaların yapabildiği bir şey) yaşanan heyecan; çocuklara Fidel, İhtilal gibi isimler verilmesi; anneanneme benzettiğim Xace’nin yakası açılmadık küfürleri, gizli hesapları...

Aynı dönemde çocukluk yaşamış olduğum yazarla kendi çocukluğumu karşılaştırmadan edemedim. Bir tarafta çoluk çocuk, genç yaşlı demeden herkesin devrim hayalleri kurup politize olduğu, gözaltılar, tutuklanmalar, işkenceler, ölümler görmüş kalabalık bir aile ortamı; diğer tarafta apolitik, çekirdek bir memur ailesinin korunaklı ve kapalı ortamı. 

Frankenstein’da da Her Dağın Gölgesi’nde de anlatıcı erkek. Fakat Frankenstein’da ikna olsam da bu kitapta anlatıcının erkek olmasına ikna olamadım bir türlü. Evrim Alataş’ın satırlarından adeta fışkırıyor kadın sesi. 

İyi ki yazmış Evrim Alataş bu kitabı ve keşke daha da yazabilseymiş...

4 Aralık 2011 Pazar

Frankenstein

Frankenstein, benim için süprizlerle doluydu. Karşıma çok katmanlı, beklemediğim zenginlikte bir hikaye çıktı. 

Kitabı okurken sık sık Uğultulu Tepeler'i andım. Yitik Cennet göndermeleri taşıyan bu iki kitap da  tanıklıklar üzerinden anlatılıyor. Yazar kendisi ile okur arasına bir anlatıcı yerleştiriyor. Frankenstein'in yaratığı (ismi yok maalesef) da Heathcliff'e denk düşüyor. İkisi de iblis, şeytan, yaratık gibi kelimelerle anlatılıyor ve sevgisiz geçen yıllarından dem vuruluyor. Koşullar onları kötü yapıyor. Ve iki kitaba da hakim gotik atmosfer: Şiddetli kasırgalar, şimşekler, kurumuş ağaçlar, buzlar, tekinsiz ayışığı...Aslında insanların ruh halleriyle paralellik ya da zıtlık gösteren doğanın bu iki kitap içindeki yeri başlı başına bir inceleme konusu. 

Kitapta dış dünya tehditlerle dolu bir yer olarak tasvir ediliyor. Mutluluğun resmi de dış dünyaya kapalı kulübelerinde sessiz sakin yaşayıp akşamları şarkılar mırıldanan aile oluyor. Tıpkı aile içi evliliklerin kapalılığı gibi. Uzak bir yerde okumaya giden Frankenstein yine ev içinden biriyle, aralarında en ufak bir cinsel çekim hissedemediğimiz Elizabeth ile evleniyor. Bu kapalılığın ölçeğini büyütürsek de karşımıza Avrupa ve diğer coğrafyalar çıkıveriyor.

Romanda kadınların temsilinden söz etmek pek mümkün değil. Elizabeth de anne de, ne olursa olsun yüzlerinde hiç solmayan bir gülümseme ve meleksilikten öteye gidemiyor. Bu konuda aramızda da tartıştık. Elbette bugünden bakışla yazıyorum ama çağdaşı Uğultulu Tepeler'in Catherine'inde bir keçi inadı, bir ihtiras vardır mesela. Yani ben yine de "ne yaptın Mary" diyorum kendi kendime. "İçindeki yazma tutkusu en azından bir kadın karakterin can suyu olabilirdi".
Altını çizmişim. Victor Frankenstein babasının annesine olan sevgisini şöyle anlatıyor. "Zarif bir egzotik bitkiyi bahçıvanın esen her sert rüzgardan koruduğu gibi onu korumak ....için çırpındı."
Anne "Victor'um için güzel bir hediyem var, yarın alacak" deyip Elizabeth'i eve getiriyor. (Beşik de orada kertiliyor.)

Hikayedeki güzellik takıntısı üzerinde de durduk. Özellikle Elizabeth'in bebekliğinin anlatımında son derece belirgin. Yoksul bir ailenin evinde kalan, soylu kızı, adeta "cennetten düşmüş" Elizabeth kara yapraklı çalılar arasında çiçek açan sarı bir bahçe gülü"dür.

Yaratıcısının bile kabullenmediği bu "isimsiz" yaratığın hayatla bir bağ kurmak için çabalamasının, o derin acısının üzerinden varoluşçuluğu konuşmak mümkün. Acaba diyorum başka bir taraftan dinsel bir motifin işlenmesi olarak da okumak mümkün mü? "Senin ne haddine Frankenstein?" dercesine...

İki karşıt tip görüyoruz romanda, arası yok: Hırslarına teslim olup hayallerinin peşinden gidenler (Frankenstein ve Walton) ve sevecenlikle sıcacık evlerinde oturanlar. Hayallerinin peşinden koşmanın bedeli ağır. Ve sanki yazar bize evimizde oturmamızı öğütlüyor.

Cazular Cazu'da Toplandı!

Bugün Cazu'da toplanıp Cazu'nun güzel tiramisuları ve çay eşliğinde okuma kulübümüzün ilk kitapları üzerinde konuştuk. Cardamom cazunun eksikliğini hissettik.

Bir önceki buluşmamızda Zumaya'nın evinde buluşup kitap seçimi konusunda epey kafa yormuş, güncel kitaplardan mı okuyalım, eskileri mi hatırlayalım derken sonunda bu iki kitapta karar kılmıştık.