4 Ocak 2012 Çarşamba

Bizde yaptığımız buluşmada Barış Bıçakçı'nın romanına en önyargılı yaklaşan korkarım ben oldum. Roman bende daha okurken karmaşık duygular oluşturdu. Bir yandan tanıdığım bir hikaye gibi hissettim Cemil ve Nazlı'nın hikayesini, çok içerden bir yerden okuyormuşum gibi geldi ama belki de bu his yüzünden Cemil'e kızdım, öfkelendim ve neredeyse haksızca yargıladım.

Çok haklı olarak yaptığı işi, inşaat mühendisliğini, bir noktadan sonra kaldıramamaya başlamış, ama sadece işten ayrılmamış sanki hayattan da elini eteğini çekip kitaplarına, filmlerine, müziklerine, sözcüklerine ve en çok da Nazlı'sına sığınarak hayatınta kalmaya tahammül edebilmiş Cemil'in hayatının bir kesitini anlatıyor Sinek Isırıklarının Müellifi bize. Cemil'in yazmış olduğu romanı İstanbulda bir yayınevine teslim etmesiyle başlıyor, yayınevinden cevap beklerlerken geçirdiği sıkıntılı iki mevsimi anlatıyor ve yayınevinden gelen cevapla sonlanıyor bu roman.

Benim için kitabın en çarpıcı yanlarından birisi doğayı tam da katletmeye daha fazla dayanamadığı için inşaat mühendisliğini bırakan Cemil'in doğa katledilerek kurulmuş hatta tam da doğanın yok edilmesini simgeleyen bir toplu konutta sıkışıp kalması. Bir yanda doğanın içinde şırıl şırıl akan sular, öte yanda sürekli tıp tıp akıtan borular. Bir yandan doğanın uçsuz bucaksız ferahlığı öte yanda toplu konut dairesinin 5o metrekarelik daralmışlığı. Bu toplu konut ve doğa karşıtlığı Cemil'in sıkışmışlığının, çıkışssızlığının da ifadesine dönüşüyor Bıçakçının anlatısında. Bu yönüyle belki büyük bir umutsuzluğu da dile getiriyor.

Bu örtük doğa ve beton karşıtlığı biraz Cemil'in Nazlı'yla ilişkisinde de gözlemlenebiliyor. Nazlı otlarla kurduğu derin bağla betonlar arasında yaşayan bir umudu temsil ediyor biraz da. En azıdan Cemil'e bu yönüyle bir sığınak sağladığı açık. Tam da buradan devam edecek olursam, buluşma sonrasında kitaba neden bu kadar önyargılı yaklaştığımı, Cemil'i yargıladığımı (hatta kendi aramızda gülüştüğümüz gibi neredeyse Nazlı'nın kitapta anlatılmayan annesiyle özdeşleştiğimi) düşünürken Barış Bıçakçı'nın romanını anlattığı Cemil değil anlatmadığı Nazlı nedeniyle sevemediğimi farkettim.

Cemil karakterinin okurların onu sevip sevmemesinden bağımsız olarak güçlü, yani iyi anlatılmış, bütünlüğüyle yaratılmış bir karakter olduğunu teslim etmem gerekiyor. Derin suçluluk duygusu, hayata fazla seyirci kalması, içine karışamaması, bazen istemeden de olsa yanındakilere duyarsız kalması ve sonra bunun için pişmanlık duymasıyla oldukça gerçek bir karakter Cemil. Belki romanın sonunda editörün Cemil'in romanındaki karakteri fazla doğru bulması gibi Cemil'de fazla doğru olabiliyor zaman zaman. Ama ben hata yapmamasını hayata karışmaması, karışamamasıyla ilişkilendiriyorum. Bir tercih yapmayan yanlış tercih de yapmamış oluyor, ama ne yazık ki yanlışlığın en büyüğü de bu. Ama Barış Bıçakçı bence bunun ve yarattığı karakterin çelişkilerinin farkında olmayan bir yazar değil, örtük de olsa bunu da sorgulamaya çalışıyor bir yerlerde. Anlatılan bir Cemil'i bir yana koyup anlatılmayan Nazlı'ya bakacak olursak Nazlı bir karakter olarak nasıl bir yere oturtulabilir? Onun ruhunun sökükleri neler? Ya onun hayata tuturmasını sağlayan küçük iplikler?

Nazlı'nın da sökükleri var görebildiğimiz kadarıyla. Belki yine içimdeki yargılayıcı canavar açığa çıkıyor ama bunlar çok üstünkörü geçiştirilmiş. Belki kendisini tam olarak hissettiği tek yer olan köyünden, hala özlediği annesinden okumak için kopmasıyla başlıyor onun ruhunun karanlıkları. Ama bunlar Nazlı'nın ailesinden utanıp kimselere söz edememesi şeklinde geçiştiriliyor. Ben romanın bütününde bu geçiştirmeden çok hoşlanmadım. Cemil'in bir karakter olarak hayata tutunmasını sağlayan bu kadının da hikayesini, çelişkilerini, dağılmışlıklarını merak ettim. Bu sorulara cevap bulamadıkça onu fazlaca da düşünmeyen Cemil'e ama tabi sonra da Nazlı'yı bize anlatmayan Barış Bıçakçı'ya kızdım.

Neyse aslında aklıma gelen bir kaç şey daha var, ama sanırım sonra ekleyeceğim bunları. ama her şeye rağmen düşündürürken bizi de birbirimize düşüren :) bu romanı iyi ki okumuşuz diyorum.

2 yorum:

  1. "Bir tercih yapmayan yanlış tercih de yapmamış oluyor, ama ne yazık ki yanlışlığın en büyüğü de bu. " saptamanı çok beğendim, ne kadar doğru. Bir de dün izlediğim bir oğul Miyazaki filminde diyordu ki "ölümden korkanlar aslında hayattan korkmaktadır". Herşeye rağmen yaşamak, hayata karışmak, elimizde olan tek şey bu...

    YanıtlaSil
  2. Mualla merhaba, senin alıntın da beni çok etkiledi. evet katılıyorum sana hayata karışmalı ne olursa olsun.

    YanıtlaSil