4 Aralık 2011 Pazar

Frankenstein

Frankenstein, benim için süprizlerle doluydu. Karşıma çok katmanlı, beklemediğim zenginlikte bir hikaye çıktı. 

Kitabı okurken sık sık Uğultulu Tepeler'i andım. Yitik Cennet göndermeleri taşıyan bu iki kitap da  tanıklıklar üzerinden anlatılıyor. Yazar kendisi ile okur arasına bir anlatıcı yerleştiriyor. Frankenstein'in yaratığı (ismi yok maalesef) da Heathcliff'e denk düşüyor. İkisi de iblis, şeytan, yaratık gibi kelimelerle anlatılıyor ve sevgisiz geçen yıllarından dem vuruluyor. Koşullar onları kötü yapıyor. Ve iki kitaba da hakim gotik atmosfer: Şiddetli kasırgalar, şimşekler, kurumuş ağaçlar, buzlar, tekinsiz ayışığı...Aslında insanların ruh halleriyle paralellik ya da zıtlık gösteren doğanın bu iki kitap içindeki yeri başlı başına bir inceleme konusu. 

Kitapta dış dünya tehditlerle dolu bir yer olarak tasvir ediliyor. Mutluluğun resmi de dış dünyaya kapalı kulübelerinde sessiz sakin yaşayıp akşamları şarkılar mırıldanan aile oluyor. Tıpkı aile içi evliliklerin kapalılığı gibi. Uzak bir yerde okumaya giden Frankenstein yine ev içinden biriyle, aralarında en ufak bir cinsel çekim hissedemediğimiz Elizabeth ile evleniyor. Bu kapalılığın ölçeğini büyütürsek de karşımıza Avrupa ve diğer coğrafyalar çıkıveriyor.

Romanda kadınların temsilinden söz etmek pek mümkün değil. Elizabeth de anne de, ne olursa olsun yüzlerinde hiç solmayan bir gülümseme ve meleksilikten öteye gidemiyor. Bu konuda aramızda da tartıştık. Elbette bugünden bakışla yazıyorum ama çağdaşı Uğultulu Tepeler'in Catherine'inde bir keçi inadı, bir ihtiras vardır mesela. Yani ben yine de "ne yaptın Mary" diyorum kendi kendime. "İçindeki yazma tutkusu en azından bir kadın karakterin can suyu olabilirdi".
Altını çizmişim. Victor Frankenstein babasının annesine olan sevgisini şöyle anlatıyor. "Zarif bir egzotik bitkiyi bahçıvanın esen her sert rüzgardan koruduğu gibi onu korumak ....için çırpındı."
Anne "Victor'um için güzel bir hediyem var, yarın alacak" deyip Elizabeth'i eve getiriyor. (Beşik de orada kertiliyor.)

Hikayedeki güzellik takıntısı üzerinde de durduk. Özellikle Elizabeth'in bebekliğinin anlatımında son derece belirgin. Yoksul bir ailenin evinde kalan, soylu kızı, adeta "cennetten düşmüş" Elizabeth kara yapraklı çalılar arasında çiçek açan sarı bir bahçe gülü"dür.

Yaratıcısının bile kabullenmediği bu "isimsiz" yaratığın hayatla bir bağ kurmak için çabalamasının, o derin acısının üzerinden varoluşçuluğu konuşmak mümkün. Acaba diyorum başka bir taraftan dinsel bir motifin işlenmesi olarak da okumak mümkün mü? "Senin ne haddine Frankenstein?" dercesine...

İki karşıt tip görüyoruz romanda, arası yok: Hırslarına teslim olup hayallerinin peşinden gidenler (Frankenstein ve Walton) ve sevecenlikle sıcacık evlerinde oturanlar. Hayallerinin peşinden koşmanın bedeli ağır. Ve sanki yazar bize evimizde oturmamızı öğütlüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder